Aylık arşivler: Eylül 2023

“Travma Olmaksızın Ayak Bileğinde Ortaya Çıkan Ağrılar Farklı Hastalıkların Habercisi Olabilir!"

Ayak bileği ağrılarının birçok sebepten kaynaklandığını ve farklı hastalıklar hakkında bilgi verebileceğini ifade eden Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Burak Çağrı Aksu, “Bu noktada önemli olan ağrının aktiviteyle ilişkisinin olup olmadığıdır. Herhangi bir travma ya da hastanın hatırladığı bir problem yokken ortaya çıkan ağrılar bizi daha farklı hastalıklara yönlendirebilir” diye konuştu. 

 

Ortopedik sorunlar arasında en sık rastlanan ve acile yapılan başvurularda da ilk sıralarda yer alan problemlerden biri olan ayak bileği ağrılarının temelinde travmalardan metabolik hastalıklara kadar çok farklı sorunlar yer alabiliyor. Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı Dr. Öğr. Ü. Burak Çağrı Aksu, yaş ayrımı gözetmeden herkesin yaşayabileceği bu sorunda altta yatan nedene yönelik tedavi yapılmazsa ağrının kronik bir hal alabileceğini hatta farklı sorunlara neden olabileceğine işaret etti. 

AĞRI TEK BİR BÖLGEDE YA DA BİLEĞİN TAMAMINDA OLABİLİYOR

Özellikle ağrının temelinde travma ya da hastanın hatırladığı bir problem olmadığı durumlarda farkı hastalıklara yönelmek gerektiğini söyleyen Yeditepe Üniversitesi Kozyatağı Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Dr. Öğr. Ü. Burak Aksu, “Sıklıkla travma ya da kronik zorlayıcı aktiviteler sonrasında ağrı ortaya çıksa da metabolik ya da romatizmal hastalıklara bağlı olarak eklemin zaman içerisinde hasarlanması sonucu da ayak bileği bölgesinde ağrı yaşanabiliyor. Hastalar bize geldiklerinde ağrıyı genellikle ayak bileğinde tarif eder ama bazen de ayak bileğinin arka, ön veya yan tarafında ağrı olduğunu söyleyebilirler. Bazı durumlarda ise ağrıyı lokalize edemedikleri yani ‘ayak bileğim ağrıyor ama tarif edemiyorum’ şeklinde şikayetleri olabiliyor” diye konuştu.

 

“AYAKTAKİ AĞRININ KARAKTERİ GİZLEDİĞİ HASTALIKLAR HAKKINDA BİLGİ VERİYOR”

Altta yatan nedeni tespit ederken önce ağrı karakterinin bilinmesi gerektiğini ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Aksu, konuyla ilgili şu bilgileri verdi: “Bazı hastalar ayağının acıdığını bazıları ise yandığını söyler. Bunların hepsi bize değişik hastalıklar hakkında bilgi verir. Ama daha önemlisi ağrının aktiviteyle bir ilişkisinin olup olmamasıdır. Çünkü kimi ağrılar aktivite sırası veya sonrasında hissedilirken kimi ağrılar da gece yatarken aktivite yapılmadığı dönemlerde hissedebilir. Aynı zamanda herhangi bir travma ya da hastanın hatırladığı bir problem yokken ortaya çıkan ağrılar bizi daha farklı hastalıklara yönlendirebilir. Ayak ağrısı şikayetlerini en çok travma veya aşırı zorlayıcı kullanıma bağlı görüyoruz ama bunun dışında bel fıtığı gibi ayaktaki sinirsel yapıyı etkileyen birçok hastalıktan kaynaklı görebilir.” 

 

“HASTALAR UZUN SÜREN KRONİK AĞRILAR ÇEKEBİLİYOR” 

Ayak bileğinin birçok kemik ve bağdan oluşan bir yapı olduğunu hatırlatan Dr. Öğr. Üyesi Aksu, bağlar ve tendonlar gibi kendi kan damarı olmayan yapılar zarar gördüğünde iyileşmelerin kemik ve kas dokusuna göre daha uzun sürdüğünü söyledi. Bu durumda hastanın uzun süren kronik ağrı yaşayabildiğini belirten Dr. Öğr. Ü. Aksu sözlerine şöyle devam etti: “Özellikle ağrı akut bir travmadan kaynaklanmıyorsa, uygun olmayan sportif faaliyete bağlıysa yavaş yavaş gelişebilir ancak bir noktadan sonra artık hastanın üzerine basmasına engel olacak seviyeye kadar ulaşabilir. Dolayısıyla bunların önceden tespit edilmesi çok önemli. Bu nedenle bilinçli spor yapılmalı. Germe / esneme egzersizleri yapılmadan spora başlanmamalı. Aksi taktirde hastalar bağ yaralanmalarıyla karşımıza gelebiliyor.”

 

 “AĞRI DEVAM EDİYORSA MUTLAKA HEKİME BAŞVURULMALI” 

Özellikle bir travma sonrasında gelişen ayak bileği ağrılarında bazı noktalara dikkat edilmesi gerektiğini anlatan Dr. Öğr. Ü. Aksu, “Travma sonrasında eğer hasta ayağının üzerine hiçbir şekilde basamıyor, adım atamıyorsa zaman kaybetmeden hekime başvurulmalı. Eğer en az dört beş adım atılabiliyorsa ve bir ortopedi hekimine hızlı ulaşım imkanı yok ise bu durumda ayak bileği yukarı kaldırılıp buz uygulaması yapılabilir. Ancak şikayetleri birkaç gün içinde geçmez ise mutlaka hekime başvurulmalı” dedi. Herhangi bir travmatik neden olmadan ayak bileğinde şişlik ya da ağrı oluşması durumunda ise detaylı inceleme için zaman kaybedilmeden ayrıntılı inceleme için hekime başvurulması gerektiğini anlatan Dr. Öğr. Ü. Aksu, “Çünkü bu ağrılar romatizmal sebeplerden olabileceği gibi nadir de olsa eklem iltihabı nedeniyle de karşımıza çıkabiliyor. Bu tip durumlarda hemen müdahale etmek gerekiyor” diye konuştu. 

TANIYA GÖRE FARKLI TEDAVİ YAKLAŞIMLARI UYGULANIYOR

Tedavi yöntemlerinin sebebe göre değişebildiğini söyleyen Yeditepe Üniversitesi Kozyatağı Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Burak Çağrı Aksu, sözlerine şöyle devam etti: “Burada şikayetin sebebini tespit etmek gerekiyor ki bu noktada fizik muayene çok değerli. Hastanın durumuna göre daha ileri tetkiklerle tanıyı netleştiririz. Bölgesel bir kıkırdak hasarı varsa cerrahi tedaviler ön planda olabiliyor. Kronik tendon ya da bağ problemlerinde enjeksiyonlardan yararlanıyoruz.” 

 

“BİLİNÇSİZCE YAPILAN MÜDAHALELER SORUNLARIN BÜYÜMESİNE NEDEN OLABİLİR”

Halen ülkemizde bazı bölgelerde ayak bileğinde ortaya çıkan bu sorunlarda “çıkıkçı” gibi konuyla ilgili tıbbi bilgisi olmayan kişilere yönelmenin sorunun çözümünde ziyade daha da büyümesine neden olduğunun altını çizen Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı Dr. Öğr. Ü. Burak Çağrı Aksu, “Bilinçsiz ellerde yapılan bu müdahaleler çok daha kolay şekilde çözümlenebilecek problemlerin büyümesine neden olabiliyor. Bunu bilerek hareket edilmeli” dedi.

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

Teknoloji Çağında İlk Yardım!

İlk yardım uygulamalarının toplumda bilinçlendirmek, kutlamak sebebiyle de konunun önemini topluma bu fırsatla anlatmak için her yılın Eylül ayının ikinci Cumartesi günü Dünya İlk Yardım Günü olarak kutlanır. Bu toplumu bilinçlendirme ve ilk yardım konusunda tanıtım yapmak için güzel bir fırsattır.  Bu yıl dünya ilk yardım günü dijital çağda teknolojinin sunduğu fırsatlardan faydalanmak adına   Dünya İlk Yardım Günü 2023 “Dijital Dünyada İlk Yardım” temasına odaklanılmıştır.

 

Teknoloji ile ilk yardım uygulamaları fark yaratıyor!

İlk yardım uygulamalarında teknolojinin kullanımı birçok alanda bugüne kadar uygulandı. Örneğin Otomatik Eksternal Defibrilatör cihazının  (ani kalp durması anında, hastaya elektrik şoku – defibrilasyon – uygulamak üzere tasarlanmış cihaz) dronlar vasıtasıyla olay yerine yönlendirilmesi ve kullanıcıya merkezden yardım edilmesinden tutun, sahada cep telefonlarına bağlanan problarla acil ultrason uygulamaları, akıllı telefon uygulamalarının acil sahada triaj ve müdahale ön hazırlığında kullanılmasına kadar bir çok alanda teknoloji ilk ve acil yardım uygulamalarında kullanılmaya başlandı. 

En son ilk yardım eğitimi sırasında öğrenme yollarını çeşitlendirmek, bilgiyi korumak ve yenilemek için dijital teknoloji araçlarının avantajları özellikle pandemi sırasında da ortaya kondu. Dünya İlk Yardım Günü sebebiyle toplumumuzda her bireyin bilmesi gereken temel yaşam desteği uygulamasının hem dijital ortamlarda hem yüz yüze eğitimlerinin planlanması, toplumsal gelişmişliğin göstergesi olan bu konuda çok önemlidir. Dünya İlk Yardım Günü sebebiyle toplumu bilinçlendirme çabalarının artacağını ümit ediyor Dünya İlk Yardım Günümüzü kutluyorum.

İlk yardım uygulamalarında nelere dikkat edilmelidir?

Hastaların solunum, dolaşım ve hava yolu olmadığı tekdirde yapılması gereken en temel şey temel yaşam desteğidir. İlk yardım yapan kişi hastanın yanıtsız olduğunu kabul ettikten sonra, Eğer kalbin durduğuna kanaat getirilirse, 30 kere sternum alt yarısının ortasına kalp masajı yapılır ve 2 kere de ağızdan nefes üfleme uygulanır. Kompresyon dakikada 100-120 defa olacak şekilde yapılmalıdır ve her kompresyonda göğüs minimum 5 cm inmeli, 6 cm’i geçmemelidir. Bu şekilde hasta kendine gelinceye kadar veya ambulans gelene kadar devam edilir.

Yapılmaması gereken yanlışlar nelerdir?

Bilinci kapalı olan hastaya sıvı içecek verilmemeli,

Hastaların solunum ve dolaşımında olumsuz bir şey görülmediği takdirde pozisyonlarının bozulmaması gereklidir,

Hastalar oturma pozisyonuna getirilmemelidir. Omurilikte hasara yol açabilir.

Kedi, köpek ısırmalarında öncelikle yaranın sabunlu su ile temizlenmesi gerekir.

İlk yardımcının hangi özelliklere sahip olması gerekir?

Olay yeri genellikle insanların telaşlı ve heyecanlı oldukları ortamlardır. Bu durumda ilk yardımcı sakin ve kararlı bir şekilde olayın sorumluluğunu alarak gerekli müdahaleleri doğru olarak yapmalıdır.

İnsan vücudu ile ilgili temel bilgilere sahip olmak

Önce kendi can güvenliğini korumak

Sakin, kendine güvenli ve pratik olmak

Eldeki olanakları değerlendirebilmek

Olayı anında ve doğru olarak haber vermek (112’yi aramak)

Çevredeki kişileri organize edebilmek ve onlardan yararlanabilmek

İyi bir iletişim becerisine sahip olmak

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

Sigara Tükürük Bezi Tümörüne Neden Olabiliyor

Ağız ve yutak bölgesinin nemliliğini sağlayan tükürüğün konuşma, beslenme ve tat almada da önemli görevleri bulunuyor. Ancak tükürük salgısını üreten tükürük bezlerinde oluşan iyi ya da kötü huylu bazı tümörler kişinin sosyal konforuyla birlikte sağlığını da olumsuz etkileyebiliyor. Tükürük bezleri tümörlerinin büyük çoğunluğunu iyi huylu tümörler oluşturuyor. Sebebi tam olarak bilinmeyen kötü huylu tümörlerin ise ileri yaş, sigara, radyasyon maruziyeti ve alkolden kaynaklandığı düşünülüyor. İyi huylu tümörler tükürük bezi etraftaki sinir ağına zarar vermeden ameliyatsız şekilde temizlenebiliyor. Kötü huylu tümörlerde ise kitle cerrahi yöntemle tam olarak çıkarıldıktan sonra hastaya multidisipliner konseyin vereceği karar doğrultusunda radyoterapi ve kemoterapi uygulanabiliyor. Ameliyattan hemen sonra normal beslenmeye devam edebilen hastalar 1-2 günlük hasta yatıştan sonra normal hayatlarına dönebiliyor. Memorial Şişli Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Bölümü’nden Doç. Dr. Selçuk Güneş, tükürük bezleri tümörleri hakkında bilgi verdi.

 

Tükürük bezinin salgıladığı tükürük diş sağlığınızı da koruyor

Tükürük bezleri baş boyun bölgesine yerleşmiş konuşma, tat alma, sindirime yardımcı olan ve ağız ile yutak bölgesinin nemliliğini sağlayan sıvılar salgılayan bezlerdir. Tükürük bezleri minör ve majör tükürük bezleri olarak ikiye ayrılmaktadır. Minör tükürük bezleri ağız içi, yutak ve gırtlağın üst bölgesinde yaygın halde bulunan ve sayıları 700 ile 1000 arasında olan bezlerdir. Majör tükürük bezleri ise ağız tabanı ve yanakta iki taraflı yerleşmiş olan 6 adet büyük bezden oluşmaktadır. Tüm bu bezlerin salgıları sadece sindirime yardımcı olmaz aynı zamanda ağız ve diş sağlığı için gerekli önemli görevleri bulunmaktadır.

 

Yüz siniri de tükürük bezlerinin içinden geçer

Tükürük bezlerinin en büyüğü her iki yanakta yer alan parotis bezidir. Bu bezi diğerlerinden ayıran en önemli özellik içinden mimik kaslarını hareket ettiren yüz sinirinin (nervus fasialis) geçmesidir. Diğer bir majör tükürük bezi ise submandibuler bezdir. Bu bez çene altında yer alır. İki önemli özelliği vardır. Birincisi hemen üzerinden yüz sinirinin alt dudağı hareket ettiren sinirinin geçmesi diğer bir özelliği ise en sık taş oluşumu görülen bez olmasıdır. Üçüncü sıradaki majör tükürük bezi sublingual bezdir. Sublingual bezler dil altında yer alır ve diğer iki tükürük bezinden farklı olarak birçok kanalla ağız içine tükürük salgılar. Diğer iki bezde ise salgı tek bir kanalla ağız içine iletilir. Bu üç çift büyük tükürük bezlerinin dışında ağız içi yutağı kaplayan minör tükürük bezlerimiz vardır. Bu bezler ağız ve yutak bölgesini örten dokunun içinde yerleşen mikroskobik boyuttaki bezlerdir, temel görevleri bu bölgelerin nemliliğini sağlamaktır.

 

İyi huylu olanlar yavaş, kötü huylu tükürük bezi tümörleri ise hızlı büyüyebilir

Tükürük bezlerinde yer kaplayıcı iyi ya da kötü huylu lezyonları olabilmektedir. İyi huylu olan tükürük bezi kitleleri genellikle aylar ya da yıllar içinde yavaş yavaş büyür. Çevre dokuların içine girmez ve genellikle kendisine yer açarak boyutunu artırır. Ayrıca bu tümörlerin ağrı yapmaları beklenmez ve yakın veya uzak dokulara sıçrama yapmazlar. Ancak kötü huylu hızlı büyüyerek özellikle boyun lenf nodlarına sıçrama, ileri evrede diğer ise organlara sıçrama görülebilmektedir. Tükürük bezi tümörlerinin nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte sigara, alkol ve radyasyondan kaynaklanabildiği düşünülmektedir. 

 

Tükürük bezi tümörleri çevredeki sinirlere zarar vermeden temizlenebiliyor

Tükürük bezi tümörleri genellikle çene altı, ağız içi, yutak, yanak veya kulak altında oluşan şişliklerle kendisini belli etmektedir. Alanında uzman KBB doktoru tarafından muayene edilen hasta ultrason, BT ve kontrastlı MR, iğne biyopsisi ile teşhis edilebilmektedir. İyi huylu tümörlerde tedaviye hemen başlanır. Çevredeki sinir ağına zarar vermeyen, sinir takibini kolaylaştıran nöromonitör cihazı kullanılarak yapılan ameliyat ile minimum sinir hasarıyla iyi huylu tümörler tedavi edilebilmektedir. Kötü huylu tümörlerde ise vücuda yayılımının olup olmadığını belirlemek için Pet-CT çekilir. Pet-CT sonucunda vücut yayılımı yoksa tedavi aşamasına geçilir. Kötü huylu tümörlerde siniri korumayı ve tümörü tam olarak çıkarmayı hedefleyen cerrahinin yanında boyun diseksiyonu da yapmak gerekir. Tamamlayıcı olarak yapılacak radyoterapi ve kemoterapi için nihai patoloji sonucu ile yapılacak konsey sonucu önemlidir. Multidisipliner konseyin vereceği karar ile verilecek tamamlayıcı tedavinin şekli ve miktarı belirlenir.

 

Hastalar konforlu bir iyileşme süreci geçiriyor

İyi ya da kötü huylu tükürük bezi tümörlerinin ameliyatlarında öncelikli amaç çevredeki sinirlere minimum zarar verilerek iyileşmenin sağlanmasıdır. Hastalar ameliyattan sonra normal beslenmelerine devam edebilmektedirler. Genellikle 1-2 günlük hastane yatışından hemen sonra taburcu edilen hastalar kısa sürede normal hayatlarına dönebilmektedir. 

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

15 Eylül Dünya Lenfoma Farkındalık Günü

 “Lenfoma hastalarında genellikle başka bir nedene bağlı olmayan 3-4 günlük ateşli dönemi takip eden ve yine 3-4 gün süren ateşsiz bir dönemin gözlendiği özel bir ateş tipi vardır. Geceleri 2-3 kıyafet değiştirecek kadar olan terleme ve kontrolsüz kilo kaybı önemli semptomlardır.” diyen Liv Hospital Hematoloji Uzmanı, Doç. Dr. Rafet Eren, Lenf bezi büyümesinin en sık başvuru nedeni olan Lenfoma kanserinin tiplerini, hastalık şikayetlerini, altta yatan nedeninin olup olmadığını, tanısının nasıl konulduğunu 15 Eylül Dünya Lenfoma Farkındalık Günü özelinde anlattı.

En sık rastlanan hematolojik kanser türü
Lenfomalar, vücudumuzun bağışıklık ağının en önemli sistemi olan lenfatik sistemden kaynaklanan kanserlerdir. En sık başvuru nedeni lenf nodu büyümesidir. Lenfatik sistemi oluşturan organlar lenf bezleri, dalak, kemik iliği ve timustur. Lenf kanserleri çoğunlukla bu lenfatik sistem organlarından kaynaklanır, ancak meme, beyin, mide, testis ve kemik gibi lenfatik sistem dışı organlardan da kaynaklanabilmektedir.

Lenfomaların birçok alt tipi mevcuttur
Bu alt tipler Hodgkin lenfoma ve non-Hodgkin lenfoma olarak iki ana gruba ayrılır. Hodgkin lenfomalar, hastaların %10’unu oluşturur ve en sık 15-40 yaş arası gençlerde ve 55 yaş üstünde izlenir. Lenfomaların %90’ını oluşturan Non-Hodgkin lenfomalar ise her yaşta izlenebilmekle birlikte çoğunlukla 65 yaş üstü bireylerde görülür.

Hastaların en sık başvuru şikayeti ağrısız lenf bezi büyümesidir
Nadiren Hodgkin lenfomalarda alkol kullanımı sonrası lenf bezlerinde ağrı olabilir. Ateş, sık görülen bir başka başvuru sebebidir. Lenfoma hastalarında genellikle başka bir nedene bağlı olmayan 3-4 günlük ateşli dönemi takip eden ve yine 3-4 gün süren ateşsiz bir dönemin gözlendiği özel bir ateş tipi vardır. Geceleri 2-3 kıyafet değiştirecek kadar olan terleme ve kontrolsüz kilo kaybı ise diğer önemli semptomlardır. Ayrıca lenfoma hastalarında halsizlik, erken yorulma, iştahsızlık, kaşıntı, göğüs ağrısı ve nefes darlığı gibi şikayetler de olabilir. 

Lenfoma hastalarının çoğunda altta yatan neden bilinmemekte
Yapılan çalışmalar radyasyon, benzen gibi kimyasal maddeler, HIV ve EBV gibi virüsler ve vücut bağışıklığını düşüren ilaç kullanımının lenfoma riskini arttırdığını göstermiştir.

Lenfoma tanısı nasıl konulur?
Lenfoma tanısı, şikayet, muayene ve laboratuvar tetkikleri ile lenfoma şüphesi oluşan bireylerden alınan eksizyonel lenf nodu biyopsisi (büyüyen lenf nodunun tamamen çıkartılması) ile konur. Biyopsi tanıda altın standarttır. Biyopsi olmadan hiçbir laboratuvar tetkiki veya görüntüleme yöntemi ile lenfoma tanısı konulamaz. PET-BT görüntülemesi, tanı konan hastalarda hastalığın evresini belirleme ve tedavi sürecinde yanıtı değerlendirmede kullanılır. 

Lenf kanserleri günümüzde yüksek oranda tamamen tedavi edilebilen hastalıklardır. Tedavi; hastalığın alt tipine, evresine, hastanın yaşına ve eşlik eden hastalıklarına göre bireyselleştirilir. Günümüzde kemoterapi ve immünoterapi tedavinin ana seçeneklerini oluşturmaktadır. Bazı lenfoma alt tiplerinde radyoterapi ve otolog kök hücre nakli de tedavi seçenekleri arasındadır.

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

15 Eylül Prostat Kanseri Farkındalık Günü

 Sağlıklı bir erkeğin hayat boyu prostat kanserine yakalanma riski yaklaşık olarak %17’dir. Bu yüzdelik oran da 45 yaşından sonra tüm erkek hastaların herhangi bir şikayet beklemeden prostatla ilgili kontrol yaptırmasının ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor aslında. Özellikle en önemli risk faktörlerinin başında yaş ve aile öyküsü gelen prostat kanseri hakkında merak edilenleri ve ameliyatsız tedavi yöntemlerini Liv Hospital Üroloji Uzmanı Doç. Dr. Eymen Gazel yanıtladı.
 

Prostat nedir? 

Prostat, erkeklerde bulunan ve mesane (idrar kesesi) çıkışına yerleşmiş bir organdır. Normalde 20 gram civarı bir ağırlığa sahip olan bu doku özellikle 40 yaşından sonra büyümeye başlar. 

 

Hem iyi huylu hem de kötü huylu prostat hastalıkları sıklıkla görülen hastalıklardır. Orta yaş üstündeki erkeklerin yarısından fazlası prostatla ilgili bir hastalığa sahip olabilir. Prostat hastalıkları; prostatın iyi huylu büyümesi yani benign prostat hiperplazisi (BPH), prostat kanseri ve prostat iltihabı (prostatit) şeklinde sınıflandırılabilir.

Prostat kanseri nedir?

Prostat kanseri, erkeklerde en sık görülen kanser türüdür. Kansere bağlı ölümlerde ise ikinci sırada yer alır. Sağlıklı bir erkeğin hayat boyu prostat kanserine yakalanma riski yaklaşık olarak %17’dir. Yani yaklaşık olarak her 6 erkekten biri prostat kanserine yakalanmaktadır. Bu sebeple, 45 yaşından sonra tüm erkek hastaların, şikayetlerin oluşmasını beklemeden prostatla ilgili kontrol yaptırması önemlidir. Bu şekilde yapılacak bazı tetkik ve tahlillerle, kişinin prostat hastalığı ile ilgili bir öngörüde bulunmak mümkündür.

Prostat kanseri risk faktörleri 

Prostat kanserinde en önemli risk faktörleri yaş ve aile öyküsüdür. 

 

Yaş: Prostat kanserinin yaş ile görülme sıklığı artar. 70 yaş üzeri erkeklerin %50’sinde, 90 yaş üzerindekilerin de hemen hemen hepsinde mikroskobik düzeyde prostat kanseri tespit edilmektedir. 

Genetik faktörler: Prostat kanserinin başlangıç ve ilerlemesinde genetik ve çevresel faktörler de etkilidir. 

 

Prostat kanserinin farklı ırklarda farklı oranlarda görülmesi ve ailesinde kanser öyküsü olanlarda daha sıklıkla görülmesi genetik faktörlerin etkili olduğunun göstergesidir. 

 

Yapılan bir çalışmada, düşük prostat kanseri görülme sıklığı olan Asya ülkelerinden Amerika’ya göç edenlerde prostat kanserinin görülme sıklığının arttığı izlenmiştir. Bu sebeple diyet ve çevresel faktörlerin prostat kanseri gelişiminde rol aldığı düşünülmektedir. Fakat bu faktörlerin tam olarak ne olduğu bilinmemektedir. 

 

Örneğin; sigaranın içinde bulunan kadmiyuma maruziyetin, doymuş yağdan zengin diyetin, obezitenin ve alkolün prostat kanseri riskini arttırdığını gösteren çalışmalar olsa da henüz tam olarak kanıtlanmış değildir.

 

İçerisinde “Likopen“ ihtiva eden yani koyu renkli meyve ve sebzelerin (domates, havuç gibi) prostat kanserinin görülme sıklığını azalttığını belirtilen çalışmalar da mevcuttur. Ayrıca soya fasulyesi, omega-3 ve selenyumdan zengin tüm gıdalar prostat kanseri görülme ihtimalini azaltır. 

 

Prostat kanseri belirtileri  

Lokalize prostat kanseri sıklıkla hiçbir belirti vermeden gelişir. Nadiren idrar yaparken yanma, zorlanma ve idrarda kanama, semende kanama gibi belirtiler görülebilir. Tarama testi yaptırmayan ya da tanı almış olmasına rağmen rutin kontrollerini aksatan bireylerde prostat kanserinin tedavisi gecikmiş olur. Bu durumlarda hastalık ilerlemeye başlar ve idrar yapmakta güçlük, idrarın tamamını boşaltamama, idrarda kanama gibi şikayetler görülebilir. İdrarın tamamının boşalmaması böbrek fonksiyonlarının da bozulmasına sebep olabilir. Prostat kanseri ileri evrelerinde kemik metastazları görülebilir. Bu durum yaygın kemik ağrılarına ve bazen kırıklara sebep olabilir.

 

Prostat kanseri nasıl teşhis edilir? 

Günümüzde sağlıklı bir erkeğin ileride prostat kanseri olacağını ortaya koyan bir erken tanı yöntemi yoktur. Artan yaş, etnik köken ve genetik yatkınlık prostat kanserinde ortaya konulabilmiş risk faktörleridir. Bu risk faktörlerinin ışığında hastalara erken tanı amaçlı testler yapılmaktadır. 

 

Ailesinde prostat kanseri öyküsü olmayan erkeklerde prostat kanseri taraması 50 yaş sonrası tavsiye edilirken, ailede prostat kanseri öyküsü olanlarda risk artmış olduğundan 40 yaş sonrasında prostat taraması tavsiye edilmektedir. 

 

Bu tarama tahlillerinden en önemlisi kanda bakılan Prostat spesifik anitjen (PSA)’dır. Bu tahlil sonucuna göre prostat kanseri açısından şüpheli kabul edilen hastalar, multiparametrik prostat manyetik rezonans (MR) görüntüleme yöntemiyle değerlendirilirler. Bu yöntem prostat dokusu içerisinde kanser varlığı hakkında önemli bilgiler sağlar. Kanserin kesin tanısı ise biyopsi ile koyulur.
 

Yapılan biyopsi sonrası prostat kanseri tanısı alan hastalarda tedavi, hastalığa bağlı faktörler (evresi, yaygınlığı) ve hastaya bağlı faktörler (genel durumu, yaşı, ek hastalıkları) göz önünde bulunularak planlanır.

 

Prostat kanseri tedavisi

Bu hastalığın ameliyatı günümüzde yaygın olarak robot yardımıyla yapılmaya başlanmıştır. Cerrahide robotun kullanımı tıp tarihinin en önemli teknolojik gelişmelerinden birisidir. Robotik cerrahinin üstün görüntü ve hareket kabiliyetine rağmen, bu ameliyat sonrası hayat kalitesini azaltan bazı komplikasyonlarla karşılaşılabilmektedir. Ameliyattan sonra idrar kaçırma bunların başında gelir. Bu komplikasyon eski yöntemlere oranla robotik yöntemde çok daha az görülse de hiç yoktur denemez. Ameliyatı gerçekleştiren ekibin tecrübesi ve ameliyatta kullanılan teknik bu komplikasyon oranını etkileyen faktörlerdir. Ameliyat olmak istemeyen ya da ek hastalıkları sebebiyle ameliyatı çok riskli bulunan hastalarda Radyoterapi de diğer bir tedavi seçeneği olarak sunulabilir.

 

Erken tanı ile prostat kanserine ameliyatsız tedavi 

Son yıllarda kanser tarama oranlarının artması ile prostat kanseri sıklıkla erken evrelerde tespit edilmektedir. Erken evrede tespit edilen tümör, küçük hacimli ve düşük riskli ise buna klinik anlamsız prostat kanseri denir. Bu gruptaki hastalarda cerrahi ve radyoterapi gibi mutlak küratif tedaviler bir süre ertelenebilir. Böylelikle bu tedavilerden sonra görülebilecek bazı zorluklar da ertelenmiş olur. Bu hasta grubunda aktif izlem (yakın takip)   yapılabileceği gibi fokal (bölgesel) tedaviler de tercih edilebilir.
 

Son yıllarda Nanoknife yöntemi, prostat kanserinin tedavisinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu yöntemi diğer fokal tedavilerden (kriyoablasyon, HIFU) ayıran en önemli özelliği ise işlem sırasında dokularda ısı artışı olmamasıdır. Bu sayede kanser lezyonuna komşu sinirler ve (üretra) idrar kanalı, işlemden daha az etkilenmektedir. Nanoknife işlemi bu bölgelere komşu lezyonlarda güvenle tercih edilebilir. İşlem sonrası hastalarda idrar yapma ve cinsel fonksiyonlarla ilgili bir bozukluk beklenmez. Hasta işlem sonrası 6 saatlik bir süreden sonra taburcu olabilir, günübirlik bir işlemdir (hastanede yatış gerekmez).
 

Anlaşılacağı üzere prostatla ilişkili hastalıkların birbirinden farklı tanı ve tedavi şekilleri vardır. Bu sebeple en baştan doğru tarama yöntemleriyle hastalara doğru tanı koyulması ve hastalar için en doğru tedavi seçeneğinin belirlenmesi çok önemlidir. 

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

Burhaniye'de Briç Turnuvası Şöleni

8 Eylül Burhaniye’nin Kurtuluş Günü şenlikleri kapsamında Burhaniye – Ören Briç Festivali turnuvası yapıldı.

Ahmet Akın Kültür Merkezinde gerçekleşen müsabakalarda Genel haricinde üç kategoride müsabaka yapıldı. Dereceye girenlere ödülleri Burhaniye Belediye Başkanı Ali Kemal Deveciler, Milli Briç oyuncusu Özlem Kandolu, Federasyon Yönetim Kurulu Üyesi Ahmet Taşdelen, Burhaniye Belediyespor Kulüp Yöneticisi Hakkı Güray Demiröz, Briç Federasyonu Kadın Kurulu Başkanı Tuba Akarcalıoğlu ve Briç Federasyonu İl Temsilcisi Uğur Tarhal tarafından verildi.

Düzenlenen turnuvanın ödül töreninde konuşma yapan Burhaniye Belediye Başkanı Ali Kemal Deveciler, “Öncelikle Federasyondan gelen arkadaşlarımıza, Briç oyunu kapsamında burada yarışan yarışmacılarımıza ve tüm misafirlerimize Burhaniye’ye geldiğiniz için teşekkür ediyor hoş geldiniz diyorum. Buradan, buradaki arkadaşlarımız ile birlikte Federasyona sesleniyorum, İnşallah Türkiye Şampiyonasını burada yaparız biz Burhaniye Belediyesi olarak elimizden gelen her türlü gayreti her türlü yardımı göstermeye hazırız, bugün burada yarışan yarışmacıları ve dereceye giren arkadaşlarımızı tekrardan tebrik ediyor, teşekkür ediyorum” diye konuştu.

Konuşmaların ardından Dünya ve Türkiye şampiyonlarının da aralarında bulunduğu yaklaşık iki yüz oyuncunun katıldığı müsabakalar oldukça çekişmeli geçti. Üç kategoride yapılan müsabakalarda derece girenler ise şu şekilde oldu;

 

GENEL

1. Hasan Özcan – Mehmet Bayram

2. Sancar Emnalar – Güven Balkancı

3. Çağdaş Özgüngördü – Ali Gül

 

MİX

1. Hakan Serdar Aytaç – Işık Söğütlü

2. Seher Orman – Efkan Orman

 

SENYÖR

İbrahim Halil Ön – Şükrü Ziya Savaş

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

Hekim Tavsiyesi Olmadan Gargara Kullanılmamalı… Uzun Süreli Kullanımı Tat Kaybına Neden Olabilir

Ağız gargarasının ağız ve diş temizliği için kullanılabilecek bir ürün olmadığını belirten uzmanlar, gargaraların hekim tavsiyesi olmadan kullanılmaması gerektiği konusunda uyarıyor. Uzun süreli kullanımının ağız içi mikroorganizmalarının dengesini bozabildiğini ifade eden Periodontoloji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Kübra Güler, farklı hastalıkların ortaya çıkmasına sebep olabileceğini ve tat kaybı ya da kötü tat hissi oluşturabileceğine dikkat çekiyor. Güler ayrıca gargaraların yutulması halinde sağlık problemlerine neden olabileceğinin de altını çiziyor.

Üsküdar Diş Hastanesi Periodontoloji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Kübra Güler, ağız gargaralarının hangi durumlarda ve ne şekilde kullanılması gerektiğine dair açıklamalarda bulundu.

Gargara öncesinde ve sonrasında diş fırçalanmamalı

Diş bakımına özen gösterenlerin sıklıkla tercih ettikleri gargaraların nasıl kullanılması gerektiğine değinen Periodontoloji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Kübra Güler, “Bir ölçek gargara ağıza alınır ve yarım dakika boyunca çalkalandıktan sonra tükürülür. Öncesinde ve sonrasında yarım saat boyunca diş fırçalamamak gerekir. Çünkü bazı gargaraların diş macunları ile etkileşimi vardır ve bu etkileşim neticesinde etkinlikleri azalabilir.” dedi.

Gargara rutin olarak kullanılmamalı 

Ağız gargarasının ağız kokusu veya diş arası temizliği için kullanılmaması gerektiğine dikkat çeken Güler, “Gargara rutinde kullanılması gereken bir ürün değildir ve asla diş fırçalama, diş ipi ya da ağız duşu kullanımının yerine geçemez. Çürük oluşumuna çok yatkınlığı olan bireylerde ya da şiddetli diş eti problemi olan hastalarda hekim reçete ederse gargara kullanılmalıdır.” şeklinde konuştu. 

Fazla miktarda yutulması hayati tehlikeye neden olabilir

Ağız gargarasının yutulması durumunda sağlığı olumsuz etkileyebilecek sorunlara neden olabileceğini belirten Güler, az miktarda yutulması halinde midede yanma ve bulantı oluşabileceğini söyledi. 5-6 kapak gibi yüksek miktarlarda yutulması durumunda ise hemen bir hastaneye ulaşılması gerektiğini ifade eden Güler, fazlaca yutulmasının hayati tehlike doğurabileceği uyarısında bulundu.

Diş etlerinin de gargaradan etkilenebileceğini belirten Güler, “1-2 haftadan uzun süreli kullanımları ağız içi mikroorganizmalarının dengesini bozarak farklı hastalıkların ortaya çıkmasına sebep olabilirken, bunun yanı sıra ağızda tat kaybı ya da kötü tat hissi oluşturabilir.” dedi.

Kekik suyu veya az tuzlu ılık su da diş etlerini rahatlatabilir 

Gargaraların hekim tavsiye etmedikçe kullanılmaması gerektiği uyarısını yineleyen Periodontoloji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Kübra Güler, “Gargaralar hekim tavsiyesine göre edinilip, hekimin önerdiği sürece kullanılmalı. Gargara yaklaşık 30 saniye ağızda tutulmalı ve çalkalama yapılmalı. Ticari ürünler yerine kekik suyu ya da az tuzlu ılık su tercih edilebilir. Bu şekilde gargara yapmak da diş etlerini rahatlatabilir.” diyerek sözlerini tamamladı. 

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

Akne Tedavisinde Altın İğne Yöntemi

Ergenlik dönemindeki gençlerin yüzde 85‘ini etkileyen akne 30 yaş sonrasında da görülebiliyor. Akne skarlarının akne hastalığına bağlı, genellikle yüzde görülen çukur şeklinde kalıcı izler olduğunu ve aknenin kişisel olarak değerlendirilmesi ve buna göre tedavinin belirlenmesi gerektiğini belirten Anadolu Sağlık Merkezi Dermatoloji Uzmanı Dr. Hülya Süslü, “Mevcut en iyi tedavi seçenekleri bile, kişinin genetik yapısı ile alakalı olarak aknenin şiddetine bakılmaksızın iz oluşturabilir. Akne izleri, kolajen liflerinin tahribatı sonucu ortaya çıkar. Akne izleri hastaların psikolojik sağlığını olumsuz etkiler ve yaşam kalitesinin düşmesine neden olabilir. Tedavi için lazer tedavileri, fraksiyonel radyofrekans yani altın iğne, PRP, mezoterapi, dermapen, kimyasal peeling, dermal dolgular kullanılıyor” dedi.

 

Akne oluşumunda genetik, beslenme, çevresel faktörler ve hormonların rolü olduğunu paylaşan Anadolu Sağlık Merkezi Dermatoloji Uzmanı Dr. Hülya Süslü, “Son yıllarda yapılan çalışmalara göre kan şekerini hızlı yükselten gıdalar insülin ve bazı hormonların seviyesini yükselterek akneyi tetikleyebiliyor. Glisemik indeksi yüksek gıdalar çikolata, patates, beyaz ekmek, şeker, hazır gıdalar, kızartma ve hazır meyve sularıdır. Süt ürünleri ve whey proteini içeren oral takviyeler akne oluşumunu artırabiliyor. Cilt tipimize uygun olmayan kozmetik ürün kullanımı, kortizon içeren ilaçlar, B vitamini takviyeleri, stres, hormonal problemler de akne oluşumunu artırabilir” diye konuştu.

Tedavi birkaç ay sürebilir

Akne tedavisinin dermatologlar tarafından yapıldığını ve kronik bir cilt hastalığı olması sebebiyle tedavi süresinin birkaç ay sürebildiğinin altını çizen Dermatoloji Uzmanı Dr. Hülya Süslü, “Topikal yani krem tedaviler; retinoidler, benzoil peroksit, antibiyotikler ve azelaik asiti içeriyor. Sistemik tedavide antibiyotikler, sistemik retinoidler ve hormonal tedavi kullanılabiliyor. Tedavi kişiye özgün olup her akne hastası özel olarak değerlendirilir ve kişiye en uygun tedavi verilir” şeklinde konuştu.

Altın iğne cildin onarılmasını ve yenilenmesini sağlıyor

Altın iğnenin cildin alt katmanlarına radyofrekans enerjisini mikro iğneler ile gönderdiğini, bunun ısı oluşturduğunu ve oluşan ısı ile cilt altında kontrollü hasar meydana geldiğini paylaşan Dermatoloji Uzmanı Dr. Hülya Süslü, “Bu sayede cildin onarılması ve yenilenmesini sağlayan, doğal kolajen üretimini artırır, kan akışını iyileştirir. Cihazın uç kısmına kişiye özel başlıklar takılır. Bu başlıklarda cildin alt tabakalarına radyofrekans enerjisi ileten, derinliği ayarlanabilir 25 adet mikro iğneler bulunur. Bu mikro iğneleme teknolojisi ile cildin en üst tabakasına zarar vermeden, cildin alt tabakalarına radyofrekans enerjisi iletilir. Ciltte kolajen üretimi desteklenip, ciltteki akneye bağlı izlerin düzelmesini sağlarken yan etki oranı da en aza indirilmiş olur” dedi.

Kişiye göre değişiklik göstermekle birlikte altın iğnenin genellikle 3-6 haftada bir, 3-4 seans yapılmasının önerildiğini paylaşan Dr. Hülya Süslü, “Seans sayısını ve aralığını hekim hasta ile beraber ihtiyaca göre belirleyebilir. İlk seanstan sonra bile ciltte yarattığı etki hemen görülür ve etki kademeli olarak her seansta artar. Her yıl tekrarı önerilir ya da belirli aralıklarla idame dozlar önerilir” açıklamasında bulundu.

Altın iğne işlemi yaz kış uygulanabilir

Altın iğne işleminde minimum ağrı hissedildiğini, hastanın tedaviden 30 dakika önce uygulanan lokal anestezik krem ile işleme hazırlandığını söyleyen Dermatoloji Uzmanı Dr. Hülya Süslü, “İşlem uygulanacak bölgeye göre 30-60 dakika sürüyor. İşlem sonrasında ciltte kızarıklık oluşması normaldir ve oluşan kızarıklık genellikle birkaç saat içerisinde kendiliğinden kaybolur. Hasta sosyal yaşamına hemen geri dönebilir. İşlem yaz kış uygulanabilir. Bazı hastalarda kızarıklık 3-4 gün sürebilir. İşlem sonrası cilt güneş ışınlarına karşı yüksek koruma faktörlü güneş koruyucu kremler ile korunmalı” diye konuştu. 

Altın iğne işleminin dolgu, subsizyon, mezoterapi, PRP işlemleri ile birlikte de uygulanabildiğine dikkat çeken Dr. Hülya Süslü, “Bu kombine yöntemler sayesinde yeni kolajen sentezi gerçekleşirken aynı zamanda cildin ihtiyacı olan tüm vitaminler ve hücresel destek sağlanmış olur. Hamile ve emziren kişilerde, kalp pili olan kişilerde, uygulama bölgelerinde açık yara ya da enfeksiyon varlığında altın iğne işlemi uygulanmamalı” uyarısında bulundu.

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

Enfeksiyonun En Ağır Hali: Sepsis

Sepsis için kısa bir tanımlama gerekirse “vücuttaki en ağır enfeksiyon hali” denilebilir. Sepsiste vücut, ağır enfeksiyonlara aşırı tepki verir. Bu, öyle ileri düzeyde bir tepki olur ki, organ yetmezliğinden hayat kaybına kadar önemli sonuçlara yol açar. Halk arasında “kan zehirlenmesi” olarak da bilinen sepsisin nedeni; virüs ya da bakteriler. Peki, hayatımızın çeşitli dönemlerinde farklı nedenlerle enfeksiyon atlattığımız halde, enfeksiyon nasıl en ağır hale gelerek sepsise dönüşüyor? Hayatı nasıl tehdit edebilir hale geliyor? Önlem almak mümkün mü? Bu soruları Acıbadem Ataşehir Hastanesi Yoğun Bakım Sorumlusu Prof. Dr. İsmail Cinel’e sorduk ve sepsis hakkında bilinmesi gerekenleri öğrendik. 

 

Dünyada her 5 kişiden birinin ölüm nedeni, sepsis! Hal böyle olunca, sepsis riskini bilmek, düşünmek ve önlem almak gerekiyor. Üstelik yalnızca tıp dünyasının değil, bireylerin de aktif olarak alabileceği önlemler var. Covid-19 pandemisi, dünya çapında enfeksiyonların yol açabileceği büyük riskleri hepimize hatırlattı. 2 yıl boyunca milyonlarca cana mal olan ve hayatımızı alt üst eden pandemi sürecinde pek çok hasta yoğun bakım tedavisi gördü. Ancak Covid-19 nedeniyle yoğun bakımda tedavi gören ve hayatını kaybeden her yüz hastadan 95’inin ölüm nedeni, Covid ilişkili sepsis oldu. Prof. Dr. İsmail Cinel, “Sepsiste vücut, enfeksiyonlara karşı anormal ve düzensiz yanıt veriyor; organların işlevi bozuluyor ve yetersiz kalıyor. Dolayısıyla sepsis, yaşamı tehdit eden klinik bir tablo haline geliyor. Sepsis, ancak yoğun bakım servislerinde tedavi edilecek bir hastalık ve yine yoğun bakımların en ölümcül hastalığı olarak kabul ediliyor” diyor. 

Bağışıklık düzeyini yükseltin

Sepsis, dünyada her yıl 12 milyon insanın ölümüne yol açıyor. Üstelik bebeklikten yaşlılığa kadar her dönemde kişinin karşılaşabileceği bir risk. Tıp dünyasında sepsis riskini düşürecek yeni tedavi yöntemleri kadar önleyici yöntemlerin de araştırıldığını belirten Prof. Dr. İsmail Cinel önemli uyarılarda bulunuyor. “Kişilerin de bu riskten uzak durmak için yapması gerekenler var. Öncelikle kişisel temizliğe dikkat etmek gerekiyor. Elleri yıkamak çok ama çok önemli. Araştırmalar enfeksiyon etkenlerinin en sık eller yoluyla vücudumuza girdiğini gösteriyor. Elleri yıkamak kadar damlacık yoluyla bulaşın artığı salgın dönemlerinde maske kullanımı da yaşamsal öneme sahip. Onun dışında bağışıklığını güçlü tutacak; sağlıklı beslenme, düzenli uyku, egzersizi hayatının olmazsa olmazları haline getirmesi gerekiyor. Zira enfeksiyonlar bağışıklığın düşük olduğu zamanlarda daha ağır seyrediyor” diyor. Ancak her zaman bağışıklığı bu yollarla yükseltmek mümkün değil. Bazı genetik ya da kronik hastalıklarda ve bazı durumlarda bağışıklık düşük seyrediyor ki bu da enfeksiyonlara davetiye çıkması, bazen de sespis gelişmesi anlamına geliyor.

Kimler risk altında?

Hastanede yatan hastaların ölüm nedenleri arasında ilk sırada yer alan sepsisin hastaneye tekrar yatışlarda da yine listenin başında yer aldığını belirten Prof. Dr. Cinel, risk altındaki gruplar hakkında şu bilgileri veriyor:

“1 yaş altı bebekler veya 75 yaş üzeri kişiler, kronik hastalar, hamileler, kanser gibi bağışıklık sistemini baskılayan hastalar, organ nakli ameliyatı geçirenler ve uzun süre yoğun bakımda ya da hastanede yatan kişiler daha fazla risk altında oldukları için bu gruplarda enfeksiyon gelişmesi açısından belirli zamanlarda risk faktörlerinin değerlendirilmesi, immunizasyon ya da bağışıklamanın gözden geçirilmesi ve tamamlanması sepsis riskinin gelişmesini önlemek açısından çok önemli!” 

 

Dünyada giderek yaşlı nüfusun artmasının sepsis riskini artıracağını belirten Prof. Dr. İsmail Cinel, bu durumun genellikle yaşlılarda bağışıklığın gençlere göre daha düşük olmasından kaynaklandığına dikkat çekerken “Sepsis gelişen hastaların 2/3 kadarının yaşlılar olduğu tahmin ediliyor. Sepsis tanısı konduktan sonra 28 gün içinde hayatını kaybeden 75 yaş üstü hastalarda,  sepsise yanıt olarak görülen klinik ve laboratuvar değişikliklerin orta yaşlılara göre daha hafif veya yüzeysel olduğu görülüyor. Bu hastaların üçte birinde kan ve enfeksiyon yerinden alınan kültürler de negatif sonuçlanıyor yani yaşlılarda sepsis tanısı daha zor konuyor” diyor. 

8 önemli belirti var! 

Acıbadem Ataşehir Hastanesi Yoğun Bakım Sorumlusu Prof. Dr. İsmail Cinel sepsisin önemli 8 belirtisini şöyle sıraladı:

  • Titreme, ateş veya vücut ısısında düşüklük,
  • Şiddetli halsizlik/kas ağrıları,
  • “Ölecek gibi” hissetme,
  • Bilinç değişikliği/sersemlik,
  • Sık nefes alıp verme/nefes darlığı,
  • Öksürük,
  • Kalp çarpıntısı/nemli ve soğuk cilt,
  • Gün boyu idrar yapamama

 

Bunlardan bir ya da bir kaçının görüldüğü durumlarda acilen en yakın sağlık kuruluşuna gitmek gerekiyor. 

 Erken tanı hayat kurtarıyor 

Çok ciddi hayati riskler taşıyan sepsiste, pek çok hastalıkta olduğu gibi erken tanı çok önemli. Bunun için toplumda öncelikle sepsis farkındalığının artırılması gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. İsmail Cinel şunları söylüyor: “Toplumsal farkındalık, önlenebilir ölüm nedenlerinin başında gelen sepsisin görülme sıklığını da düşürecektir. Farkındalık şu şekilde olmalı: Öncelikle kişisel temizlik konusundaki bilinç yükselmeli. Sık sık ellerin yıkanması, yiyecek ve içeceklerin hijyenine dikkat edilmesi gibi. Enfeksiyonlara karşı aşı olmak da olası hastalık risklerini bertaraf eder. Ayrıca özellikle bağışıklığı düşük kişilerin enfeksiyon belirtilerini ciddiye alması, hastaneye başvurmayı ötelememesi erken tanı olanağını da artırarak, tedavi başarısının yükselmesini sağlar.”

Kurumlara düşen roller de var!

Prof. Dr. İsmail Cinel, kişiler kadar, tüm dünyadaki kurum ve kuruluşlara da bu konuda rol düştüğünü belirterek “Temiz su kaynaklarının sağlanması, kamusal temizliğe dikkat edilmesi gibi yönetimlerin yapacağı görevlerin yanı sıra hastanelerde doğum yapılan ortamların hijyeni, özellikle yoğun bakımlar ve ameliyathaneler başta olmak üzere enfeksiyon önleyici uygulamalara sıkı şekilde uyulması, doğru tedavilerle hastanede yatış sürelerinin kısaltılması, hastanelerdeki sağlık çalışanlarının, değişim hızının az olması, hastanelerde havalandırma sistemlerinin son teknoloji ile donatılmış olması gibi faktörler de sepsis gelişme oranını düşürecek önlemlerdendir” diyor. 

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

Sağlıklı Bir Normal Doğum İçin Dikkat Edilmesi Gereken 4 Önemli Durum

Doğumun bir mucize olduğu ve bu deneyimin anne adayları için eşi benzeri olmayan duygusal ve fiziksel bir yolculuk olduğu herkes tarafından kabul ediliyor. Doğum yapma deneyiminin kadının hem psikolojik hem de fiziksel sağlığı üzerinde uzun vadeli etkileri oluyor. Bireyselleştirilmiş duygusal desteğin kadınları güçlendirdiği ve olumlu bir doğum tecrübesi olasılığını artırdığı belirtiliyor. Olumlu doğum deneyiminde ailenin, ortamın ve sağlık çalışanlarının yaklaşımı büyük önem taşıyor. Memorial Sağlık Grubu Medstar Topçular Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü’nden Op. Dr. Nilüfer Yüksel, normal doğum sürecinde dikkat edilmesi gerekenler hakkında bilgi verdi. 

 

Doğum süreci tüm kadınlar için mucizevi bir durumdur ancak normal doğum anne adaylarında çok daha fazla duygu durumlarının gelişmesine neden olabilir. Normal doğum esnasında kadın sanki bu dünyada değil de başka bir gezegendeymiş gibi hisseder ve dünyadan koparak içe dönüş yaşar. Günlük yaşamda yapmaya cesaret edemediği çığlık atmak, garip sesler çıkarmak ve değişik pozisyonlara girmek gibi hareketleri doğum esnasında yapabilir. Bunun nedeni beynin daha çok düşünen kısmı neokorteks faaliyetlerinde azalma olmasıdır. 

 

Sağlıklı bir normal doğum süreci için bunlara dikkat edin;

Uzmanlar doğum sürecinde beyinde düşünme, görme, işitme, konuşma gibi üst düzey zihinsel işlevleri yöneten neokorteksi uyarmaktan mümkün olduğunca uzak durulması gerektiğinin altını çizmektedir. 

Başlıca neokorteksi uyaran 4 faktör aşağıdaki gibidir;

 

1-  Sessiz ve sakin bir ortam seçilmeli: Doğum odasında kadın bir içe dönüş yaşarken konuşarak kadının içe dönüşüne engel olmamak gerekir. Doğum odasındaki yardımcı kişi olabildiğince sessiz olmalı ve net cevaplar istenen sorular sormamalıdır.

 

2-Loş ışık tercih edilmeli:  Uyku ihtiyacı olduğunda, beyin faaliyetleri azalarak uykuya geçiş sağlanır. Bu nedenle etrafta ışık gibi kişiyi uyaran bir şey olmaması önemlidir. Doğum esnasında da çok aydınlık bir oda doğum yapan kadını yoracaktır. Gece ise az ışık açılarak, gündüzde ise perdeler kapatılarak ortam doğum yapan kadına uygun hala gelmelidir.

 

3-İzlenme hissini engellenmeli: Doğum esnasında en rahatsız edici durumlardan biri ziyaretçiler olabilmektedir. Doğum odasına ziyaretçi kabul edilmemesi kadının rahatlığı için önemlidir. Aynı duruma sağlık çalışanlarının da dikkat etmesi gerekir. Normal doğumu tek ebenin takip etmesi anne adayının doğum sürecinin daha rahat gerçekleşmesini sağlayacaktır.

 

4-Adrenalin salınımına dikkat edilmeli: Adrenalin neokorteksi uyaran, vücudun stres anında ürettiği bir hormondur. Eğer doğum yapan kadın doğum odasında kendini ve bebeğini güvende hissetmezse adrenalin salınımı başlar. Doğum sürecinde güven duyduğu ebe ve doktoru ile normal doğuma başlamışsa süreç daha rahat ilerleyecektir. Fakat kadının kafasında; doğum yapabilecekken doktorunun kendisini sezaryene alması veya tam tersi doktorunun kendisini normal doğuma zorlayarak kendinin veya bebeğinin zarar görebileceği gibi endişeler varsa bu durum adrenalin salınımı uyarır. Böyle bir şey söz konusu olduğunda da doğum yavaşlayabilir veya durabilir.  Doğumda güven duyulan bir ekiple doğum sürecinin başlatılması oldukça önemlidir.

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı