Etiket arşivi: tedavi:

Hastanın onayı olmadan tedavi ya da müdahale yapılamaz.

Ülkemizde de yaşanan salgının etkisi ile ciddi bir yoğunluğun yaşandığı hastanelerdeki hasta haklarımız konusunda son derece önemli olan bilgileri sizler için derledik. Kanunlarımızla sınırları çizilen, bilgi edinme hakkı ile başlayan, tıbbi müdahale, tedavi hakkı, hasta mahremiyeti, tedavi esnasındaki hatalardan doğan sorumluluk konuları hakkındaki sorularımızı Prof Hukuk Bürosu Avukatlarından Av. Emre Avşar cevaplandırdı.
Hasta Haklarımızdan kısaca bahsedebilir misiniz?
Hukukumuzda en çok merak edilen, bilinmesi gereken alanlardan biri de sağlık hukuku çerçevesinde hasta haklarıdır. Vazgeçilmez haklardan olan yaşama hakkının bir tezahürü bir kapsam olarak ele alabileceğimiz, hak olarak bu hakkı sağlıklı yaşama hakkı olarak da ifade edebiliriz.
Herkesin bu hakka ihtiyaç duyduğu anlar olmakta ve bu haklardan bihaber olunması sonucu kişilerin hayat şartlarını etkileyecek sonuçların doğması muhtemeldir. Bir hastanede veya buna benzer sağlık kuruluşunda hizmet alan kişiye hasta denilmektedir.
Peki bir hastanın hakları neleri kapsamaktadır?
Öncelikli olarak hastanın bilgi edinme hakkı mevcuttur. Hasta tıbbi süreçte, kendine uygulanacak tedaviler, konulan teşhisler, tedavi sırasında olabilecek riskler ve tıbbi müdahale ile ilgili diğer her şey hakkında bilgi edinme hakkına sahiptir.
Bu talebi müdahalede bulunacak sağlık personelinden edinme hakkına sahiptir. Bunu geniş yorumlarsak hastanın sağlık personeliyle dil farkı olsa dahi bu hakkından yararlanmak için üstün yararı gereği bir tercüman eşliğinde dahi olsa kendine bilgi verilmek zorundadır.
Bu haklarından haberdar olmayan kişiler var ama?
Evet doğru, kişi bazen bu haklarında bihaber olduğu için bilgi edinmek adına soru sormaktan imtina etse dahi tıbbi müdahalede bulunan sağlık personelinin bilgi edinme hakkı çerçevesinde hastaya re ‘sen (kendiliğinden) bilgi vermesi beklenmektedir.
Tıbbi müdahale yapılmadan önce hastaya da bilgi verilmek zorunda mı?
Elbette, uygulanacak tıbbi müdahale çerçevesinde hastanın onayının alınması gerekmektedir. Buna da kısaca “onay hakkı” diyebiliriz. Tıbbı müdahale içerisinde ameliyat, muayene ve aslında hukuki anlamda vücut bütünlüğünü ihlal edecek nitelikte önlemler bulunmaktadır. Bu sebeple önceden bilgilendirildiği bir tıbbi müdahale için hasta, onayının alınması hakkına sahiptir.
Bir de tedavi durumu var, tedavi konusunda da aynı şeyi söyleyebilir miyiz?
Hastanın bir diğer hakkı da Tedavi Hakkıdır. Hasta her ne şart altında olursa olsun, dil, din, ırk, cinsel kimlik farkı gözetilmeksizin tedavi hakkına sahiptir. Sağlık personeli geçerli bir sebebi olmadığı sürece de tedaviden kaçınamaz. Hastanın tedaviyi uygulayacak sağlık personelini seçme hakkı bulunmaktadır. Hastanın tedaviyi isteme hakkı olduğu gibi tedaviyi “reddetme hakkı” da bulunmaktadır. Ayrıca hastanın sıra tıbbi tedaviye erişim hakkı da mevcuttur. Özellikle acil müdahale gerektiren durumlarda hastanın tedaviye erişmek için saatlerce belki de günlerce beklemesi beklenemeyecektir.
Hasta kendisine ait bilgileri hastaneden saklamasını isteyebilir mi?
Yukarıda bahsettiğimiz gibi hasta tedavi olurken bazı bilgileri de sağlık personeli ile paylaşmaktadır. Bunun içerisinde kimlik bilgileri, telefon bilgileri, hastalığı ile ilgili bilgiler de yer almaktadır. Bu bilgilerin hastalığın takibi ve diğer sağlık durumları sebebiyle temin edildiği bilinmektedir. Ancak hasta mahremiyeti gereği, hastanın bu bilgilerin korunmasını isteme hakkı mevcuttur. Bu bilgiler ilgili sağlık personeli hariç herhangi bir kişiyle ya da kurumla paylaşılamaz. Eğer böyle bir durum ortaya çıkarsa kişisel verilerin korunması kanununa aykırılık sebebiyle, bir suç durumu oluşacaktır.
Av. Emre Avşar sorularımıza cevap verirken, en çok merak edilen ve karşılaşılan konulardan biri de tedavi sırasındaki hatadan doğan sorumluluk konusudur. Bu konudaki sorularımızı da kendisine sorduk.
Sayın Avşar, tedavi esnasında oluşan hatalardaki sorumluluk kime aittir? Bu konuda hasta hakları çerçevesinde neler yapılabilir? Nereye başvurulabilir?
Yukarıda bahsettiğimiz üzere, tıbbi tedavi aynı zamanda hukuksal anlamda vücut bütünlüğünün ihlalini içerse de hastanın üstün yararı sebebiyle ihlal suçunu oluşturmamaktadır. Ancak bu her durumda doğru değildir. Özellikle açık ameliyat içerikli tıbbi tedavilerin bazıları riskli olabilmekte, hatta hastanın hayatına dahi mal olmaktadır. Peki bu durumda kamunun ve sağlık personelinin sorumluluğu ne ölçüdedir.
Tabi ki sağlık personellerinin özelinde düşündüğümüzde, özellikle doktorların işlerinin stresli ve yoğun olması dolayısıyla bir de her koşulda sınırsız bir sorumluluk yüklenmesi, iş güvenliği açısından da olumlu ve sağlıklı sonuçlar doğurmayacaktır. Ancak tıbbi müdahalede bulunan personelin ağır kusuru, kasta yaklaşacak derecede kusuru ve kastı olması durumunda, vücut bütünlüğünün ihlalinden söz edilebilecektir.
Sıkça karşılaşılan durumlara örnek olarak, yanlış tedavi uygulanması, ameliyat anında hastanın vücudunda yabancı maddeler unutulması ve örneğini artıracağımız birçok durumda, hastanın hayati durumu, vücut bütünlüğü, “yani genel anlamda sağlığının sekteye uğraması” durumunda sorumluluk doğmaktadır. Cezai sorumluluğun yanı sıra, maddi-manevi tazminat sorumluluğu da oluşmaktadır.
Sağlık çalışanları, Bakanlığa bağlı olarak iş görmekte olduğundan buradaki sorumluluk direkt olarak KAMUNUN SORUMLULUĞUDUR. Yani aslında vatandaşımız hasta olarak o tedaviyi alıp kamuya güvenmekte olduğunuzdan, Kamu da sizin haklarınızı korumak zorunda olduğundan, bu durumdan kaynaklanan tazminat sorumluluğu doğmaktadır. Böyle bir durumla karşılaşıldığı takdirde idare mahkemesinde dava açarak zararın karşılanmasını talep edilebilir.
Av. Emre Avşar’a yaptığı bilgilendirmeler için teşekkür ediyoruz. Anlıyoruz ki, hasta olmak ve hastanelerde tedavi olmak aynı zamanda hasta haklarımız konusunda bilgi sahibi olmamızı da beraberinde getiriyor, bu bilgileri de sağlıklı kullandığımız ve iletişimimizi güçlü tuttuğumuz takdirde de hem sağlıklı bir tedaviye hem de haklarımıza rahatça ulaşmış oluruz.
BEYAZ HABER AJANSI (BHA)

HIV’de Tedavi Mümkün, Zor Olan Hastaya Ulaşmak

1 Aralık Dünya HIV/AIDS Günü kapsamında uzmanlar bir araya gelerek erken tanının önemine dikkat çekti. Test yapılmadan HIV ile yaşayan bireylere ulaşmanın olanaksızlığı vurgulanan toplantıda, sosyal baskı, önyargılar ve ayrımcılığın bu süreci olumsuz etkilediğinin de altı çizildi.
1 Aralık Dünya AIDS Günü kapsamında GSK Türkiye’nin desteği ile gerçekleştirilen basın buluşmasında uzmanlar HIV (Human Immunodeficiency Virus – İnsan Bağışıklığı Yetmezlik Virüsü) ve AIDS (Acquired Immunodeficiency Syndrom – İnsan Bağışıklık Yetmezliği Sendromu) ile ilgili güncel bilgiler paylaştı.
Toplantıda, Hacettepe Üniversitesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Serhat Ünal, Marmara Üniversitesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Öğretim Üyesi Prof. Dr. Volkan Korten, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Fehmi Tabak, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Dilara İnan, Ege Üniversitesi HIV/AIDS Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Deniz Gökengin HIV hakkında güncel bilgileri paylaşmak üzere bir araya geldi.
Toplantıda, UNAIDS güncel 95-95-95 hedefleri ve Türkiye’deki son durumla ilgili bilgiler veren Hacettepe Üniversitesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Serhat Ünal, 1980’lerin başında başlayan bu hastalık dünyada bu zamana kadar 75 milyondan fazla kişide görülmüş durumda. Epideminin başından beri 32,7 milyon kişi hayatını kaybetti. 38 milyon civarında kişi de bu hastalıkla hayatını sürdürüyor. Ancak bu hastalıkla ilgili çok önemli adımlar da atıldı. Dünya Sağlık Örgütü liderliğinde hedefler belirlendi. Önceleri 90-90-90 hedefleri belirlenmişti, yani hedef toplumdaki HIV pozitif kişilerin yüzde 90’ına tedavi vermek ve yine tedavi verilen hastaların yüzde 90’ında tedavinin başarılı olmasıydı. Elimizdeki ilaçlarla viral hücre yükünü/sayısını sıfıra indirdiğimiz hastaların yaşam sürelerindeki olası kısalmayı da engellemiş durumdayız. Böylece, ilaçların kalitesi, hastalık farkındalığı ve tanı için yapılan test sayıları arttıkça 90-90-90 hedefi 95-95-95’e çıktı. Türkiye de bu hedeflere erişebilmek için bütün gücüyle çalışmalarını sürdürüyor.” dedi.
HIV/AIDS’in tanımı ve bu hastalığın toplum sağlığı açısından neden ciddiye alınması gerektiğine yönelik bilgiler veren Marmara Üniversitesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Öğretim Üyesi Prof. Dr. Volkan Korten, “HIV vücutta birçok hücreyi enfekte ediyor ama en önemlisi bağışıklık sistemimizin bileşeni olan yardımcı T hücrelerini enfekte edip azalmalarına yol açıyor. Bir kişi HIV virüsünü aldığı zaman biz ona HIV ile enfekte kişi diyoruz. Ama AIDS dediğimiz zaman hastalığın daha ileri seviyesini kastediyoruz. Bu da HIV virüsü ile enfekte olan kişilerde bazı fırsatçı enfeksiyonların ya da kanserlerin ortaya çıkması demek. 2019’un sonu itibarıyla dünyada 38 milyon kişi HIV ile birlikte yaşıyor. Yine geçen yıl itibarıyla dünya genelinde 1,7 milyon yeni HIV enfekte birey var. Bunların 1,5 milyonu erişkin,150 bin kadarı da çocuk. HIV enfeksiyonunun en tepe düzeyine 2004 yılında vardığını, insanların daha fazla ilaca ulaşmasıyla birlikte ise azalışa geçtiğini görüyoruz. Geçen yıl 690 bin kişinin AIDS’ten yaşamını yitirdiğini bilmekteyiz. Ülkemizde ise 2019 sonu rakamlarına göre, 26.164 HIV tanısı alan hasta var. 2020’de ise eklenen yeni hasta sayısının 4 bin civarında olması bekleniyor.” diye konuştu.
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Fehmi Tabak, HIV/AIDS geçen yüzyıldan başlayarak bu yüzyıla kadar devam eden bir salgın hastalık diyebiliriz. Aslında tanısı çok kolay bir hastalık. Virüse karşı olan bir antikor bulaşmadan sonra 10-15 gün içerisinde pozitif oluyor. Hastalığın tedavisinde başarılı sonuçlar alıyoruz. Zor olan hastaya ulaşmak, bunun için de son yıllarda önemli adımlar atıldı. Ülkemizde HIV, evlilik öncesi, ameliyat öncesi ve kan bağışı öncesi alınan testlerle tespit edilebiliyor. Bunun yanı sıra, bulaşma açısından riskli bir durum varsa kişi kendi isteğiyle de test yaptırabiliyor. Hiçbir ücret talep edilmeden ve kişilerin kimlik bilgisi istenmeden, verilen bir kodla test sürecinizi takip edebileceğiniz anonim test merkezleri mevcut. Şişli (İstanbul), Beşiktaş (İstanbul), Çankaya (Ankara), Konak (İzmir), ve Nilüfer (Bursa) ilk kurulan anonim test merkezleri. Bu merkezlerde test yaptırıp aynı gün sonuç almak mümkün.” dedi.
HIV’de erken test ve tanının hayati bir yere sahip olduğunu vurgulayan, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Dilara İnan ise; “HIV virüsünün keşfinden itibaren yani 1985 yılından bu yana tedavisi olan bir hastalık. Hastalığa yönelik günümüzde de çok etkin ilaçlar geliştirildi. Bu etkili ilaçlarla birlikte virüsün çoğalmasını da çok etkin bir şekilde baskılayabiliyor, bağışıklık sisteminin onarılmasını ve korunmasını sağlayabiliyoruz. Böylelikle HIV ile ilişkili sağ kalım süresini de uzatmış oluyoruz. HIV artık ölümcül değil kronik bir hastalık. Ülkemizde de tedaviye erişim dünyaya kıyasla çok iyi durumda. Türkiye’de tanı konmuş hastalıklarda tedaviyi rahatlıkla planlayabiliyoruz. Dünya genelinde kullanılan pek çok ilaç ülkemizde de ruhsatlı bir şekilde bulunuyor. İlaçlara erişimde de hiçbir sıkıntı yaşamıyoruz. Dolayısıyla tanı konanlarda tedaviye başlama oranımız yüzde 95-100 seviyelerinde olabiliyor. Burada önemli olan tanı konması. Tanı konduktan sonra doğru tedavi ile, HIV pozitif bireylerde beklenen yaşam ömrü, HIV ile enfekte olmayan kişilerle aynı olabiliyor.” diye konuştu.
HIV tanı ve tedavisinde yaşanan en önemli diğer sorunun ise ayrımcılık olduğunun altını çizen, Ege Üniversitesi HIV/AIDS Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Deniz Gökengin, HIV enfeksiyonu, tıbbi olduğu kadar sosyal açıdan da hem HIV ile yaşayan bireyin kendisi, hem de bu bireyin çevresindeki kişiler açısından önem taşıyan bir durum. Enfeksiyon tanımlandığı 80’li yıllarda eşcinsel erkeklerde ortaya çıkan ölümcül bir hastalık olarak biliniyordu. Uzun yıllar boyunca HIV’den korunma önlemlerinin hastalık ve ölüm etrafında şekillenmesi, toplum tarafından bu enfeksiyonun korkulacak bir durum ve toplumsal ahlak kurallarına aykırı davranışlarda bulunan bireylere ait bir hastalık olarak algılanmasına sebep oldu. 90’lı yıllarla birlikte yeni ilaçlar kullanıma girdi ve HIV enfeksiyonu kontrol altına alınabilir bir hastalık haline geldi. HIV ile yaşayan bireyler daha uzun ve kaliteli yaşamaya başladılar. Bu da damgalamayı ortadan kaldıracağı noktasında bir beklenti doğurdu. Ancak ne yazık ki damgalama ve ayrımcılık bir miktar azalmış olmakla birlikte yaşamın her alanında devam ediyor. Damgalama sorunu önemli çünkü hem hastalığın önlenmesi hem de tedavi hizmetlerine erişimin önünde önemli bir engel oluşturuyor. Bununla birlikte sadece eşcinsel erkeklerde ortaya çıktığına yönelik yanlış algı, ailesel, sosyal ve ekonomik zararlara yol açması nedeniyle kalıcı ve yıkıcı bir sorun olarak da kabul ediliyor. 2011 yılında Türkiye’de HIV ile yaşayan bireylerde yaptırdığımız bir anket sonucuna göre, bireylerin yüzde 21’inin damgalanmış olduğunu ortaya koydu. En sık damgalanma nedenleri ise, birey hakkında dedikodu yapılması ve sözle incitilmesiydi. Damgalama nedenlerinin başında ise, toplumun HIV ile yaşayan bireyden hastalık bulaşabileceği korkusu yer alıyor.” dedi.
BEYAZ HABER AJANSI (BHA)

Küba’dan alternatif tedavi: akrep zehiri

Manisa’da Ege Lokman olarak tanınan Şevki Güngör, Küba’dan getirdiği ‘Vidatox’ isimli mavi akrep zehrinden yapılma serumun kanser hastaları için umut vadettiğini söyledi. Manisa’nın Kırkağaç ilçesinde ‘Ege Lokman’ olarak tanınan Şevki Güngör, kansere yönelik araştırmalarda bulunmak üzere gittiği Küba’da, kanser hastalarının umudu olabilecek, ‘Vidatox’ mavi akrep zehrinden yapılma serumu Türkiye’ye getirdi. Mavi akrep serumuyla binlerce hastanın iyileştiğine dikkat çeken Güngör, hastaların Vidatox’u kullanmaları  tavsiyesinde bulundu. Babasının kendisine 30 sene önce lokmanlık mesleğini devrettiğini ifade eden Şevki Güngör, şu an bu mesleği kendisinin sürdürdüğünü kendisinden sonra da oğlunun devam ettireceğini kaydetti. Yıllardır babasıyla birlikte araştırma yaptıklarını dile getiren Güngör, eskiden bitkisel tedavilerin çok kabul edilmediğini, şimdi ise Sağlık Bakanlığı tarafından kabul edilmeye başlandığını belirtti. Güngör, “Biz yıllardır bunun mücadelesini verdik. Şimdiye kadar binlerce hasta bitkisel ürünlerle şifa bulmaya başladı. Bunu gören insanlar artık hem kemoterapi tedavileri hem tıbbi tedavilerinin yanı sıra destek olarak bağışıklığı güçlendirici bu tür şeyleri kullanmaya başladılar.  Ve bizlerde elimizden geldiğince bilgimizi insanlarla paylaşmaya yardımcı olmaya çalışıyoruz. Bu yıl içerisinde biz Küba’ya gitmeye karar verdik. Küba’da kanser tedavilerinin yapıldığını duyduk. Yıllardır biliyoruz. Giden insanlar da var Türkiye’de. Bütün dünyadan giden insanlar var. Kanser hastaneleri var bu hastanede araştırma yaparken orada  Vidatox denilen mavi akrep serumu denilen akrep zehrinden yapılma serumla karşılaştık.  Ve bu serumun kanser  hastalarını, çok ilerlemiş kanser  hastalarının bağışıklığını güçlendirdiğini ve ağrılarını hemen durdurduğunu orada bize anlattılar. Ve gerçekten bunu kullanan insanlardan duyduk. Çok büyük faydasının olduğunu gördük. Hastalığın çok kısa sürede iyileşmesini sağlıyor. Bu damla sayesinde iyileşen, kurtulan binlerce insan tanıyoruz şu anda. Kanser hastaları için bu ilacın umut olacağını düşünüyorum. İnsanlar kullandıktan sonra bunu daha iyi görecekler. Farkına varacaklar.  Bunun yanı sıra  propolis gibi, reishi mantarı gibi bir çok kansere iyi gelen bitkiler var bunlarla beraber kullanmalarını tavsiye ederim” dedi. BEYAZ HABER AJANSI (BHA)